DivShare

30 Temmuz 2012 Pazartesi

Eski - Yeni Kavgası -2.Bölüm

Hamdullah Suphi Bey ise olayı kesinlikle bir yazın tartışması olarak ele almamakta direniyordu. "Karşımızdakiler komünistlerdir, bolşeviklerdir!" diye sürekli kışkırtarak, Türk Ocağı'ndaki gençleri, sonunda, "Resimli Ay"ın yönetim yerini dağıtmaya, yöneticilerini hırpalamaya, böylece Nâzım Hikmet'in gözünü korkutmaya göndermeyi başardı.
7 Temmuz 1929 Pazar günü, aralarında bir iki sivil polisin de bulunduğu düşünülen otuz kadar genç, "Resimli Ay"ın yönetildiği basımevine geldiler. Olay için özellikle pazar günü seçilmişti, basımevi kırılıp dökülür, yöneticiler tartaklanırken çevrede kimse olmasın, işe halk ya da polis karışmasın istenmişti.
Ertesi gün gerçi "İkdam" gazetesinde "Asil Türk Gençliği Kendini Göstermeye Başladı" diye başlık atıldı, üniversitelilerin "Resimli Ay"ı basıp "sahiplerine layık oldukları dersi" verdikleri yazıldı. Sonra da güya "İkdam"a gidip sevgi gösterilerinde bulunmuşlardı. Oysa olay hiç de öyle gelişmemişti.
Zekeriya Beyin anlattığına göre, Nâzım yol üstündeki odasından kalabalık bir gençlik grubunun geldiğini görünce, hemen koşup Sabiha Hanımla ona haber vermiş. Arkasından aşağıda, merdivenlerde gürültüler, bağırıp çağırmalar duyulmuş. Derken kapı hızla açılıp delikanlılar içeri doluşmuşlar.
"Siz bizim büyüklerimizi öldürüyorsunuz, mukaddesatımızı yıkıyorsunuz!" gibi sözlerle yumruklarını gösteriyorlarmış.
"Çocuklar, siz kimsiniz, kimin adına konuşuyorsunuz?" diye sormuş Zekeriya Bey.
"Biz üniversite gençliği adına konuşuyoruz."
"Öyleyse ayaklarınızla değil, başınızla düşünürsünüz. Sokak çocukları gibi bağırmak size yakışmaz. Oturun konuşalım. Bizi yanlış bir iş yaptığımıza inandırabilirseniz, bu kampanyadan vazgeçeriz."
Bunun üzerine bağrışma sona ermiş, gençlerin önde gelenleri oturup düşüncelerini söylemişler. Ayaktakiler suskun, onları dinliyorlarmış. Sonra Zekeriya Bey yanda ayakta duran Nâzım'a söz vermiş. Sabiha Hanımın söylediğine göre, Nâzım yapılan tartışmanın bir yazın tartışması olduğunu, her değişen devirde sanatların da yeni nitelikler kazandığını o kadar güzel anlatmış ki, gençler onu büyük bir ilgiyle, hatta biraz utanarak dinlemişler. Sonra da sessizce ayrılmışlar basımevinden.
Bu olay Türk Ocağı'nda tartışmalara yol açtı. Talebe Birliği'nden bazı gençler "saman ekmeğiyle beslenmiş nesil" sözünü içlerine sindiremiyorlardı. Yakup Kadri Bey Türk Ocağı'na gelip açıklamalarda bulunmak gereğini duydu. "İkdam" gazetesinde "Gençliğe Hitap" başlıklı yazılar yayımladı. Yazın alanındaki gençlere karşı söylediği ağır sözler yüzünden üniversite gençliğinin desteğini yitirmek istemiyordu.
Bu arada başka yollardan da "Resimli Ay" ile Nâzım Hikmet'in üstüne gidilmeye başlanmıştı. Dergide "İsimsiz Adam" imzasıyla yayımlanan "Sesini Kaybeden Şehir" adlı şiir yüzünden, 18 Eylül 1929 günü Yazıişleri Müdürü Behçet Bey ile avukatı İrfan Emin Bey (Kösemihaloğlu) kendilerini İstanbul 3. Ceza Mahkemesi'nde buldular. Dava 10 gün hapis, on lira para cezasıyla sonuçlandı, ceza ertelendi.
Ama işin arkasını bırakmış değillerdi. Kararı temyiz ettiler. Bozma kararına karşın mahkeme eski kararında direndi. Dava gene temyize gönderildi. Aklanmaları ancak altı ay sonra, 1930 yılı martında, Yargıtay Genel Kurulu'ndan gelen ikinci bozma kararına mahkemenin uymak zorunda kalmasıyla sağlanabildi.
Başlangıçta Nâzım Hikmet için olumlu konuşan Ahmet Haşim Bey de, eskilerin yanında yer alarak gençleri alaya alan, suçlayan yazılar yazmaya başladı. Bu arada, nedense "işçi şairi" sözüne de takılmak gereğini duymuştu.
Nâzım Hikmet ona yönelttiği "Cevap No 2" adlı yergisinde bu konuya da değiniyordu :
İki serseri var :
Birinci serseri
               köprü altlarında yatar,
               sularda yıldızları sayar geceleri..
İki serseri var :
İkinci serseri
                atlas yakalı sarhoş sofralarında
                Bağdatlı bir dilencinin çaldığı sazdır.
                Fransız emperyalizminin
                    idare meclisinde ayvazdır...
Ben :
   Ne köprü altında yatan,
   ne de atlas yakalı sarhoş sofralarında
   saz çalıp Arabistan fıstığı satan-
                                            -ların
                                             şairiyim;
topraktan, ateşten ve demirden
                          hayatı yaratan-
                                              -ların
                                               şairiyim
                                                  ben.
İki serseri var :
İkinci serseri
    yolumun üstünde duruyor
                              ve soruyor
                                        bana :
                               "P R O L E T E R
                                            dediğimin
                               ne biçim kuş
                                            olduğunu?"
Anlaşılan
    Bağdadî şaklaban
                    unutmuş,
Mösyö bilmem kimle beraber
Adana - Mersin hattında o kuşu yolduğunu...
İki serseri var :
Birinci serseri
pencerelerden bir gölge gibi girer
                                  geceleri...
İki serseri var :
İkinci serseri
          halkın alınterinden altın yapanlara
          kendi kafatasında hurma rakısı sunar.
Ben hızımı asırlardan almışım,
bende her mısra bir yanardağı hatırlatır.
Ben ne halkın alınterinden on para çalmışım
ne bir şairin cebinden bir satır...
İki serseri var :
İkinci serseri,
meydana dört topaç gibi saldığım dört eseri
                   sanmış ki yazmışım kendileri
                                                                       için.
Halbuki benim
              bir serseriye hitap eden
                                   ikinci yazım işte budur :
Atlas yakalı sarhoş sofralarının sazı,
Fransız sermayesinin hacı ayvazı,
bu yazdığım yazı
örse balyoz salanların şimşekli yumruğudur
                        katmerli kat kat yağlı ensende..
Ve sen o kemik yaladığın
                     sofranın altına girsen de,
-dostun KARA MAÇA BEY gibi -
  kaldırıp kaldırıp yere çaaal-
                                    -mak için
                canını burnundan aaal-
                                             -mak için,
                                       bulacağım seni...
Koca göbeklerin RUSEL kuşağı sen,
sen uşşak murabbaı,
           sen uşşşak mik'abı,
                     satılmış uşşakların uşşşşağı sen!!!

"Cevap No 3 / Bir Komik Âdem" ise, Nâzım Hikmet'e, dolayısıyla "Resimli Ay"a karşı saldırının kışkırtıcısı, hem de baş örgütleyicisi durumunda olan, Türk Ocağı Merkez Heyeti Başkanı Hamdullah Suphi Beye yönelikti.
Yerginin sonuna bir de not eklenmişti :
"Bu yazının kâfi derecede kuvvetli olmadığını muterifim. Kabahat bende değil. İlham edende."
Gözleri, kulakları, elleri, ayaklarıyla,
han, hamam, apartıman ve konaklarıyla,
çatal, bıçak, tabak ve bardaklarıyla,
16 sayfaları, baskı makinaları - tanklarıyla,
                 yamak ve yardaklarıyla
                            hücuma kalktılar!..
Hele içlerinde öyle bir tanesi var,
                        öyle bir tanesi var ki:
İnsanın yüzüne öyle bakar,
                          öyle melûl bakar ki;
toka edersin eline hemen papelini.
Ve sıkar sıkmaz onun belini
sivri dilli, zilli bir bebek gibi çırpar elini..
O bir komik âdemdir.
Portakal Oğlu zâdemdir.
Han, hamam, apartıman ve konaklarınızla,
çatal, bıçak, tabak ve bardaklarınızla,
                      yamak ve yardaklarınızla
                                     hücuma kalktınız!
Hak varsa eğer,
      hücuma kalkmak hakkınız..
Efendiler,
ikinizle teker teker
                 paylaştık kozumuzu!
Şimdi sıra onun,
             gelsin o!!.
Gel.
Sen :
itlerini öne itip
karanlıkta yol kesen
                  hatip!!!
Sen :
Beşinci Mehmedin saltanatını,
Halifenin altın nallı kır atını,
papellerin kat katını
             ve teneke suratını
             doldurup torbana
                  sıska sırtında taşıyorsun..
Torbanı doldurmak için yaşıyorsun.
Bana gelince,
ben :
geniş omuzlarımda dimdik bir kelle taşıyorum.
Ve yaşıyorum :
             Kellemin
                    içindeki
                          için..
Farkındayım niçin :
          Kan
              fışkırıyor
                      bana bakan
                           "âteş feşan?!"
                                   gözlerinden...
Ve niçin :
       cümleler ezberlemişin
             Fehim Paşanın sözlerinden...
Fehim Paşanın hayrülhalefi,
                bize sökmez afi...
Çıkmak istediğim yaldızlı bir merdiven yok.
Kalbimin elinde ipekli eldiven yok..
Çıplak bir yumruk gibi kalbimi soymuşum.
Kellemin
        içindeki
               için,
                  kellemi koymuşum...
Sen...
Hayır...
Seninle böyle konuşmak istemem...
Hem,
ben ki yegâne asaleti
dişli düşmanla boğuşmakta bulanım,
                seninle boğuşmak istemem..
Sen bir komik âdemsin.
Portakal oğlu zâdemsin.
Toka ederler papelini,
sıkarlar senin belini,
sivri dilli, zilli bir bebek gibi çırparsın elini.
Sen bir komik âdemsin!.
Sen...
Fehim Paşanın hayrülhalefi............
Bu kadarı kâfi.....
Bir yandan siyasaya kaydırılmaya çalışılırken, bir yandan da ölçülü uyaklı yürütülen, bu bol sövgülü eski-yeni kavgası, yergi alanında, serbest nazmın değişik bir uygulaması olup çıkmıştı. Aynı anlayışı daha sonra, özellikle Nâzım Hikmet'e karşı, Peyami Sefa Bey, Behçet Kemal Bey (Çağlar), Abdülbâki Bey de (Gölpınarlı) kullandılar.
Peyami Sefa Bey gençlerin kavgayı kazandığı görüşündeydi :
"Gösterdiğimiz delillere ve vesikalara cevap vermeleri için icab eden müddet geçti. Susuyorlar. Yalnız kulaklarımızda, kervanımız ilerledikçe akisleri azalan bir yaygaranın hafif uğultusu kaldı. Delillerimizin hiçbirinin aksini ispat edemedikleri için bu yaygarayı sükût addediyoruz."

Hiç yorum yok: