Otorite temel bir
gereksinimdir. Herkes otoriteye gerek duyar. Otoritenin zayıflaması
parçalanmasından korku duyulduğu gibi günümüzde birde otoritenin kendisinden
korku duyuluyor. Otoritenin özgürlüğümüzü engelleyeceğinden korkuyoruz
.Korkunun değişik sebepleri vardır Burada otorite korkusu inceleniyor. Korkuya
neden olan otoriteler ve iyi bir otorite nasıl olmalıdır?
A- Otorite
Nedir?
Otoritenin ne olduğu
konusunda herkesin sezgisel bir düşüncesi vardır. Pierre Monteux bir orkestra
şefidir. Monteux karizmatik bir şovmen olmadığı halde yaptığı hareketlerle
orkestra üyeleri üzerinde etkili bir disiplin uyguluyor. Bu onun kendisine
bütünüyle hakim olması, rahat olması dolayısıyla diğer insanlar kendilerini
onun yönetimine bırakıyorlardı. Güvenli görünümü otoritesinin temel taşıydı.
Toscanini gibi bazı şefler
terör estirerek disiplin uygularlar. Toscanini çığlıklar atar, ayaklarıyla sert
biçimde yere vurur hatta batonunu orkestra üyelerine fırlatırdı, diğer
insanların hatalarına asla dayanamazdı. Monteuxun havası, kendisine, en rahat
biçimde yargıda bulunma imkanı veriyordu. Bu da otoritenin temel bir öğesidir.
Güç sahibi olmak ve bu gücü kullanarak diğer insanları yönlendirmek ve daha
yüksek bir standarda göre hareket etmemelerini sağlamak.
Güven, üstün yargılama
yeteneği, disiplin uygulama yeteneği ve korku uyandırma kapasitesi; bunlar bir
otoritede bulunan niteliklerdir. Güç ile otorite ilişkisi gücün tanımıyla daha
karmaşıklaşır. Siyasette güç çoğu zaman iktidar ile otorite eşanlamlı olarak
kullanılır. ‘Bir hükümet görevlisi otoritesini kullanamadı.’ denildiğinde
iktidar ile otorite farklı anlamdadır. Otorite üretkenliği çağrıştırır.
Modern toplumsal düşüncede
otoriteye farklı yaklaşan iki okul vardır. Birincisinin temsilcisi Max
Weber’dir Weber otoriteyi üç kategoriye ayırır. Birinci kategori, “çok eski
geleneklere ve kurumsallaşmış inanca” dayalı geleneksel otoritedir. Bu
otorite toplumsal kalıtsal ayrıcalıklara bağlıdır. İkinci kategori yassal-ussal otoritedir; bu otorite “kuralların yasallığına ve bu kurallara
göre yönetimi elinde tutanların emir verme hakkına inanmaya” dayanır. Bunun
anlamı bir lider yada patronun gerçekte ne yaptığına bağlıdır. Son kategori karizmatik otoritedir; bu otorite, “bir
müritler topluluğunun bir bireyin kutsallığına ya da kahramanca gücüne ya da
örnek alınacak bir kişi oluşuna ve onun ortaya koyduğu ya da getirdiği düzene
olağandışı biçimde kendilerini adayışlarına” dayalıdır. Weber bu otoriteye
örnek olarak Hz. İsa ve Hz. Muhammed (sav)’ı gösterir. Tüm otorite biçimleri
için de “önemli olan bireyin uyruklarınca nasıl görüldüğüdür.”
Weber’e göre insanlar
yöneticilerine gönüllü itaat ettikleri zaman otorite vardır. İnsanlar itaate
zorlanıyorsa bunun nedeni yöneticilerin meşru olmamasıdır. Bu birinci okula
karşı olan yazarlar, insanların, diğer kişilerdeki gücü algılama sürecini
vurgularlar. Bunlardan en önemlisi Freud’inkidir ve trajik bir sestir. Freud
çocuğun anne ve babasıyla rekabet halinde olduğunu fakat onlara olan ihtiyaçtan
dolayı otoritelerini kabul ettiğini söyler. Freud Frankfurt okulu yazarlarını
da etkilemiştir. Yazarlar psikanalizi, sofistike Marksist bir toplum
eleştirisiyle birleştirmeye çalışmışlardır. The Authoritarion Personality
(Otoriter Kişilik ) bunun hakkında fikir vermektedir. Buna karşı çok
eleştiriler yapılmıştır. Burada sorulan sorularla işçi sınıfının otoriter
olduğu vurgulanmakta oysa sorular değiştiğinde bundan eser kalmamaktadır. Bu
kitabın ilk yarısında gayri meşru otorite bağları, ikinci yarısında ise meşru
nitelikteki bağların nasıl ortaya çıktığı ele alınıyor.
B- Ret Bağları
Evli iki kişinin ayrılmayı
isteyipte ayrılamamayı buna örnek olarak verebiliriz. Bu ret bağları
kabullenilmese bile otoriteye duyulan ihtiyaçtan kaynaklanır. Ret bağları
güçleri eşit olmayan insanlar arasındaki ilişkiye dayalıdır bu da otoriteden
korkmayı gerektirir. Bu bağlar korktuğumuz kişilere bağlı olmamızı, ideal olanı
hayal etmemizi sağlar. Bu ret bağları üç şekilde kurulur. Birincisi, otoritenin
gücünden korkma; bu bağa “itaatsiz
bağımlılık” denir. İkincisi var olan negatifden yola çıkarak pozitif, ideal
bir otorite resminin basılmasıdır. Üçüncüsü, otoritenin yok oluşuna ilişkin bir
fanteziye dayalıdır. Bu bağlar örneklerle açıklanıyor. Birinci örnek Helen
Bowen isminde bir genç beyaz kızın siyah erkeklerle ilişkiye girmesi, anne ve
babasının buna karşı çıkması, bu olayı tartışmaları hafta sonunu anne ve
babasıyla geçirmesi, hafta içi ise onlarla geçirmesi anlatılıyor. Son
tartışmada babasının kızıp 3-4 saatliğine evi terk etmesi ve Helen’in ruh
sağlığına başvurması ve geçen olaylar hikaye ediliyor.
Helen son tartışmada evden
ayrılıyor, çünkü O’nun geçimini sağlayacak kişinin ona sözünü geçiren birisi
olması gerektiğine inanıyor. Babasının evi terk etmesi onu daha fazla rahatsız
ediyor. Babası meydan okusaydı onun gerçekten güçlü olduğuna inanacaktı. Anne
ve babasına itaat etmiyor fakat onların özellikle babasının himayesine ihtiyaç
duyuyor. Buna itaatsiz bağımlılık denir.
İkinci örnek ise muhasebe
bölümünde 16 muhasebeci, 3 kısım şefi yardımcısı ve 1 kısım şefi çalışmaktadır.
Ofisteki çalışma düzeni baskıcı olmadığı halde üstlerle astlar arasındaki
ilişkiler gergin ve sorunludur. Muhasebeciler kısım şefine ve iki yardımcısına
saygı duymuyorlar, bunun nedenini kendileriyle ilgilenmeme olarak açıklıyorlar.
Muhasebeciler gerçek bir liderin özelliğini “yönlendiren, yapılabileceğinden
daha fazlasını yaptıran” olarak tanımlıyorlar. Sevilen şef yardımcısı ise iş
bölümü yapıyor, işin niteliği ile ilgileniyor, ancak gerçek bir lider olmadığı
için eleştiriliyor. Muhasebeciler işlerini istekle yapıyorlar fakat bir görev
verildiğinde yöneticilerin olmadığı bir zamanda bitirmeye çalışıyorlar.
Muhasebeciler şefi olumsuz bir örnek olarak almakta o nasıl biriyse ve nasıl
yaparsa aksi olmak ve yapmak istemektedirler.
Üçüncüsü yok oluş
fantezisidir. Yönetimdeki kişiler ortadan kalksa, herşey yoluna girecektir.
Buna örnek iki kez üniversite sınavına girmiş ve başarısız olmuş birisinin
babasının zoruyla sınava girmesi ancak çalışmayarak babasının otoritesini
ortadan kaldırmasıdır.
C- Yadsıma Ruhuna İhtiyaç
Fransız Devrimi’nin modern
düşünce üzerinde bıraktığı en derin izlerden biri, iktidarlarını yıkmak
istediğimiz yöneticilerin meşruluklarını yok etmek-tir. Yöneticilere olan
güveni ortadan kaldırırsanız, onların rejimlerini de ortadan kaldırabilirsiniz.
1793’te XVI. Louis’in öldürülmesini buna örnek olarak verebiliriz. Louis
bulunduğu makam sebebiyle öldürülmüştür.
19.yy boyunca bu yadsıma
ruhu siyasetten ekonomiye sıçradı. Piyasa ideolojisi ve sanayi düzeni ortaya
çıktı. Patronlara ve işverenlere karşı tepki doğdu. Bunun sebebi insanların
kendilerini zayıf hissetmekten utanmalarıdır.
2- PATERNALİZM:
SAHTE SEVGİYE DAYALI OTORİTE
İleri kapitalizm çağı, inşa
etmek amacıyla yıktı. 19.yy’da köylerden kentlere büyük göçler oldu. Buna
rağmen eski yaşantı özlemle anılır oldu. İleri kapitalizmin oluşturduğu otorite
tablosu paternalizmdir.
A- Paternalizm
Evrimi
Paternalizm çoğu zaman, fark
gözetilmeksizin patriyarşi yada patrimoniyalizmle eş anlamlı olarak
kullanılmaktadır; bu yanlışlığın kaynağı, erkek egemenliğinin tüm biçimlerinin
temelde aynı olduğu varsayımıdır. Bu kelimelerin anlamları arasında aslında önemli
yapısal ve tarihsel farklar vardır.
Patriyarşi, tüm insanların
bilinçli bir biçimde kan bağıyla bağlı bulundukları bir toplumdur. Patriyarşide
aile ilişkilerinin temelinde erkekler bulunmaktadır. Matriyarşide kadınlar,
poliyarşide ise cinslerden hiçbiri egemen değildir. Patrimoniyalizmin
patriyarşiden farkı, insanların toplumsal ilişkilerini yalnızca aile açısından
ele almayışlarıdır.
Paternalizmin
patrimoniyalizmden temel farkı ise babadan oğula geçen bir mirasın olmamasıdır.
Artık yasal olarak mülk, büyük evlat hakkına göre babadan oğula geçmemektedir.
Paternalist bir toplumda
erkek egemenliği sürer. Bu egemenlik erkeklerin baba olarak rollerine dayanır:
Koruyucu, müsamahasız, yargıç ve güçlü kişi. Ancak bu roller maddi olmaktan çok
simgeseldir. Burada otorite sahibi kişiye ilişkin bir belirsizlik ortaya
çıkmaktadır. Bu da otorite sahibi kişinin “ayna varsayımıyla”
açıklanamamasından kaynaklanır. Devletten aileye kadar otorite sahibi kişilerin
farklı özelliklere sahip oluşu ve bunun patrimoniyalizme uydurulmaya
çalışılmasıdır.
B- George
Pullman
George Pullman 19.yy sonunda
büyük bir vagon fabrikasında çalışan işçiler için fabrika çevresinde bir kasaba
kuruyor. Pullman işçileri kendi yönetimi altına alıyor. Onların ev sahibi
olmalarını önlüyor, kendi yaptırdığı binaları onlara kiraya veriyor. Kısaca
onlara kendisini patron baba olarak kabul ettiriyor, onları belli disiplin
altına alıyor. Mesela; sigara ve içki içmeği yasaklıyor, gece dışarı çıkma
yasağı uyguluyordu. Kasaba Pullman’ın kişiliğini yansıtıyordu: Büyük, üretken,
ahlakçı, katı.
Pullman’ın fabrikasında
çalışan gayretli işçiler fırsat bulur bulmaz Pullman yerleşiminin dışında bir
ev satın alıyorlardı. Pullan onlara ev satıp babalık iktidarından vazgeçmek
istemiyordu. Pullman’ın ideolojik mirasçısı Josef Stalin’dir; Stalin “Devlet
bir ailedir ve bende babanızım” diyordu.
Paternalizm batının sanayi
toplumlarında da varlığını sürdürmektedir. Paternalizm metaforun oluşturduğu
bir bağdır; bununla, paternalizmin nasıl algılandığı ve karşılıklı olarak nasıl
hissedildiği anlatılmak isteniyor.
Metaforun
Oluşturduğu Bağlar
Metafor klasik yazarlara
göre ilişkisiz iki sözcüğün birleşimidir. “Patron babadır”, “ülke yurttur”
anlamsal olarak birer metafordurlar. Parçalar birbiriyle ilişki halinde
olduğundan, daha geniş bir anlama sahiptirler.
Paternalizm de bir
metafordur. Baba ve patron kelimeleri bir araya getirildiğinde her birinin
yalnız başına sahip olduğu anlam değişir. Burada baba metaforun “çerçevesini”
sağlar, patron bu çerçevenin odağındaki sözcüktür.
Metaforun bu yapısı
insanların birbirlerine karşı duygu ve davranışını etkiler. İktidardaki bir
kişiden duyulan korku bunun sonucudur. Metaforlarda terimlerin ikiside
karşılaştırılabilir bir tahakküm hatırlatmalıdır. Metaforun gücü, bir araya
getirdiği şeylerin özünde yatmaktadır. Bu metafor başkalarının bakımını
üstlenme ve iktidar olgularını bir araya getirmektedir.
Paternalizmi reddedenler
haklıydı, çünkü paternalist otoriteler kendilerine bağımlı olanların bakımını
kendilerinin çıkarlarına hizmet ettikleri sürece üstlenirler. Burada sahte bir
sevgi yatmaktadır. Pullman ve Stalin’in durumu buna örnektir.
3.ÖZERKLİK:
SEVGİYE DAYANMAYAN OTORİTE
Paternalizm, modern toplumdaki
otorite çeşitlerinin aşırı uçlarındandır. Başkalarının bakımını üstlenmek
otoritenin bir lütfudur ve otorite bu lütfu, kendi çıkarlarına hizmet ettiği
sürece devam ettirir. Diğerleri başkasının bakımını üstlenme iddiasında
değillerdir.
Özerklik, yeni iktidar
gereçlerinin izleyebileceği, bir diğer yön olan bireyciliğin mirasçısıdır.
Maddi farklılıkların az olduğu, hizmet ve becerilerin geçer akçe olduğu
toplumlarda özerklik daha istikrarlı hale gelir.
Basit biçimiyle özerklik
beceri sahibi olmaktır. Karmaşık biçimiyle ise bürokrasinin üst kademelerinde
çalışanların bildiği özerkliktir. Örneğin; bir yönetici yalnızca belirli bir
görevi iyi yaptığı zaman değil, her biri kendi uzmanlık alanlarında beceri
sahibi olan çok sayıda insanın çalışmasını koordine edebildiği zaman
yükselmektedir. Yönetici diğer insanlarla iyi geçinmek, astlarının taleplerine
cevap vermek, onu kendine hakim yapacak davranışlara sahip olmalıdır. Bu
özellikler aslında herkeste aranmalıdır. Başkalarının size olan ihtiyacı, sizin
onlara olan ihtiyacından daha fazla ise egemenlik kurabilir ve siz otorite
olabilirsiniz. Şayet karşımızda bize karşı kayıtsız biri varsa onun bize önem
vermesini isteriz. Onun bize karşı soğuk davranmasından ve kayıtsız kalmasından
korktuğumuz zaman ona bağımlı duruma düşeriz. Sevilenin karşısındakiyle arasına
mesafe koyması onu erişilmez bir ideal yapmaktadır.
Mesleki prestij ve aranan
kişilik özellikleri ile günümüzde kimlerin özerk kişiler olduğunu
tanımlayabiliriz. ABD, İngiltere, ve İtalya’da prestiji en yüksek meslekler
tıp, hukuk, bilimsel araştırma merkezleridir. ABD’deki kolej öğrencileri
arasında yapılan “istenen kişilik özellikleri” araştırmasında açıklık ve
kendine güven ilk sıralarda yer almıştır. Sonra, sebat, bir amaca inanmak,
iddialı olmak güven ve sadakat gelmektedir. Özerk kişiler güçlü oldukları gibi,
yıkıcı da olabilirler. Bürokrasilerdeki özerk kişiler hakkındaki düşüncelerimiz
buna örnektir. Bu bölümde özerk otoritenin dört özelliği ele alınıyor.
Disiplin, özerkliğin oluşturduğu bağ, etki ve özerklik ve özgürlük.
A-Disiplin
İtaat etme alışkanlığına
disiplin denir. Bir İngiliz imalat şirketi yönetim yönetim kurulu başkanı
işçilerine konuşma yapıyor. İşveren, işçilerini, dediğini yaptırmaya
zorlamaktan çekiniyor. Onlara birlikte sıkı çalışarak karlı ve
uyumlu iş yapabileceklerini ifade ediyor. Bu işverenin uyguladığı disiplin
gönüllü özdisiplindir, zora dayanmayan disiplindir. İşveren yumuşak konuşmasına
rağmen gizli olarak zorlayıcı mesajlarda veriyor.
İleri kapitalizm döneminde
öz disiplinin açık bir anlamı vardı. İnsanlar sahip oldukları şeyleri teşhir
ediyorlardı. Günümüzde özerk bir kişinin disiplini oldukça farklıdır.
Özerkliğin kaynağı kendini dışa vurmadır. Yeteneklerinizi, kendinizi ve
zevklerinizi ne kadar çok dışa vurursanız kişiliğinizi o kadar çok
biçimlendirmiş olursunuz. Başkalarının dikkatini üzerinize çekmelisiniz.
İnsanları disiplin altına
almanın bir diğer yolu onların kendisinden utanmasını sağlamaktır. Kayıtsız
kalmak insanlar üzerinde utandırıcı bir etki yapar. Disiplini devam ettirme
18.yy’da şiddetle 19.yy’da ehemmiyet vermeme, nazara almamayla sağlanmıştır.
B-Özerkliğin
Oluşturduğu Bağ
Yapılan bir araştırmada
Fizik araştırma merkezinde çalışan Dr. Richard Dodds ile şefi Dr. Blackman
arasında yapılan bir tartışma ve bu tartışmada işverenin istekte bulunan bir
işçisiyle nasıl baş ettiği bir model olarak anlatılıyor.
Dr. Richard Dodds’a bir
teklif geliyor ve o bunu şefine gösteriyor. Şef onun sorularına ters yanıt
veriyor. Kendisinin tekliften haberdar olduğunu böyle bir fırsata kendi
sayesinde sahip olduğunu iddia ediyor. Blackman, Dodds’un sadakatini verdiği
cevaplarla deniyor. Dodds kendisini sadakatsiz hissetmeye başlıyor ve tartışma
kızışıyor. Blackman Dodds’un öfkesine rağmen sükunetini koruyor, böylece
denetimi elinde tutuyor. İşverenin kendisine ait bir açıklamada bulunmaması
onun etki etmesini sağlıyor ve kendisi etkilenmiyor. Bu dengesizlik onun
özerkliğinin temelini oluşturuyor. Bu da itaatsiz işçinin kendini kabul
ettirmek zorunda hissettiği güçlü kişiye bağlanmasını sağlıyor.
Paternalizmde insanlara
sahte bir ilgi gösterildiği gibi, özerklikte bir yanılgı içindedir. Gücün
maskelenmesi etki sözcüğünde somutlaşıyor.
C-Etki
Bu maskelenmeyi anlamak için
önemli bir tarihsel gerçeğe dikkat etmeliyiz. Eski rejimde, otoriteler ve
otorite ilkeleri ile halkın yaşamını sürdürme biçimleri arasında fazla bir
ilişki olmadığı düşünülürdü. Oysa insanların işlerini, patronlarını ve kendilerini
kavrayış biçimleri toplumdaki otoritenin temelini oluşturur. Bu düşünce Marx ve
Engels’in eserleriyle yerleşmeye başlıyor. Modern sanayi toplumu kitlelerin
maddi zorluklarını hafifletmiş ve çalışma yaşamını daha istikrarlı ve düzenli
hale getirmiştir.
Günümüzde işçilerin
psikolojik açıdan etki altına alınmasına dair üç temel görüş vardır. Birincisi
en aşikar olanıdır. Bu görüş iş yaşamında insanları tatmin edici bir hale
getirmeye çalışır; işveren, işinde mutlu olan bir insanın işini iyi yapacağına
inanır.
İkincisi “X Kuramı” denen
Skinnerci psikolojisidir. Buna göre yöneticiler bir işin niteliğinin tatmin
edici olup olmadığını değil, işini iyi yapan işçinin nasıl ödüllendirileceğini
düşünmelidirler.
Üçüncüsü günümüzde en moda
olanıdır. Bu görüş işbirliği düşüncesini vurgular. Buna göre üretkenlik gibi
elle tutulur endüstriyel sonuçlar hedeflerin oluşturulması ve görevlerin
tanımlanması sürecine bağlıdır. Bu üç yaklaşımda da psikolojik amaç, işçinin kendisini
özerk kılmak değil, onu çalışmaya özendirmektir. Bu yaklaşımlardan herbiri
belli ölçüde başarılı olmuştur.
Bu etki kavramının en canlı
mantığı, idari bilimlerin kurucusu Herbet Simon’un eserlerinde görülür. Bu
eserlerde, Simon, şirketlerin karar alırken yalnız dış piyasaya göre değil, iç
organizasyona göre de hareket ettiklerini gösterir.
“Etki” kendi kendine yeten,
kendi kendisine atıfta bulunan bir sistem olduğu için iyi bir yönetici her
yerde birden bulunmalı ve olabileceği herşey olmalıdır. “Etki” ahlaki olduğu
için bu durum etkilediği kişilerin iyiliği için olmalıdır.
Bu etki ideolojilerinin asıl
anlamı; etkili bir yönetici asla sınır tanımaz ve koşullara teslim olmaz.
Özerkliğini korumanın yolu budur. Dr. Dodds’un işvereninin başarıyla
uyguladığı, işte budur. Bu etki düşüncesi, özerkliğin nihai ifadesi olmaktadır.
Patronun istediği ve temsil ettiği şeyi gizemli kılar.
D-Özerklik Ve
Özgürlük
İnsanlar özerkliğin özgürlük
anlamına geldiğine inanırlar. İlk olarak özerkliğin özgürlük olduğu inancını
Tocqueville Amerika’da Demokrasi adlı kitabında anlatan ilk yazardır.
Tocqueville böyle bir düşüncenin insanları otoriteye teslim edeceğini ve zayıf
düşüreceğini anlatır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder