DivShare

8 Şubat 2009 Pazar

GERÇEK:
Sion Tarikatı —1099 yılında kurulmuş olan gizli Avrupa cemiyeti- gerçek bir
topluluktur. 1975 yılında Paris'in Milli Kütüphanesi, Sir Isaac Newton, Botticelli,
Victor Hugo ve Leonardo da Vinci de dahil olmak üzere, Sion Tarikatı'nın sayısız üyelerinin isimlerini içeren, Les Dossiers Secrets* diye bilinen parşömenleri ortaya çıkarmıştır.
Opus Dei olarak bilinen Vatikan Piskoposluğu, beyin yıkama, baskı ve "bedensel çile" denen tehlikeli bir ibadet yapıldığına dair tartışmalar yaratan, koyu dindar bir Katolik mezhebidir. Opus Dei'nin, New York'ta 243 Lexington Caddesi'ndeki 47 milyon dolara mal olan Dünya Merkez Bürosu'nun inşaatı henüz tamamlanmıştır.
Bu romanda bahsi geçen tüm sanat eserleri, mimari yapılar, belgeler ve gizli ayinler gerçektir.

* Gizli dosyalar.
Önsöz
Louvre Müzesi, Paris
22.46
Meşhur Müze Müdürü Jacques Sauniére, müzedeki Büyük Galeri'nin kemerli geçidinde
sendeledi. Görebildiği en yakın tabloya, bir Caravaggio'ya doğru hamle yaptı. Varaklı çerçeveyi kavrayan yetmiş altı yaşındaki adam, sanat şaheserini duvardan çıkıncaya dek kendine doğru çekti ve Sauniére, tablonun altına sırtüstü yığıldı.
Yakınlardaki demir parmaklıklı kapı, tahmin ettiği gibi, gürültülü sesler çıkartarak indi ve
salonun girişini kapattı. Parke zemin sallanmıştı. Uzak bir mesafede alarm zilleri çalmaya
başlamıştı.
Soluk soluğa kalan müze müdürü, bir süre hareketsiz kalarak nefesini dengelemeye çalıştı.
Tablonun altından sürünerek çıktı ve kendine saklanacak uygun bir yer aradı.
Tüylerini ürpertecek kadar yakından gelen bir ses duydu. "Kıpırdama."
Elleriyle dizlerinin üstünde duran müze müdürü donakalmıştı. Yavaşça başını çevirdi.
Kilitli kapının dışında, yalnızca beş metre ötede, ona saldıran kişinin devasa silueti
durmuş, demir parmaklıklar arasından bakıyordu. Hortlak gibi solgun bir yüze ve beyaz
saçlara sahip, uzun boylu, iri cüsseli biriydi. Koyu kırmızı gözbebeklerini pembe iris
çevreliyordu. Albino ceketinden çıkardığı silahın namlusunu, parmaklıklar arasından müze müdürüne doğrulttu. "Kaçmamalıydın." Aksanının nereye ait olduğunu anlamak kolay
değildi. " imdi bana nerede olduğunu söyle."
Galerinin zemininde savunmasız bir halde çömelen müze müdürü, "Sana daha önce de
söyledim," diye kekeledi. "Neden bahsettiğin hakkında hiç fikrim yok!"
"Yalan söylüyorsun." Hayalet gözlerindeki pırıltı dışında kıpırtısız duran adam, ona baktı.
"Sen ve kardeşlerin, size ait olmayan bîr şeye sahipsiniz."
Müze müdürü adrenalinin arttığını hissetmişti. Adam bunu nasıl biliyor olabilirdi?
"Bu gece gerçek koruyucularına iade edilecek. Bana saklandığı yeri söylersen yaşarsın."
Adam silahı müze müdürünün başını hedef alacak şekilde doğrulttu. "Bu, uğruna öleceğin bir sır mı?"
Sauniére nefes alamıyordu.
Adam başını yan yatırarak, silahın namlusundan dikkatle baktı.
Sauniére kendini savunarak ellerini kaldırdı. Yavaşça, "Bekle," dedi. "Sana öğrenmek
istediğin şeyi söyleyeceğim." Müze müdürü ardından gelen kelimeleri özenle seçti.
Söyledikleri, hiçbir zaman ihtiyaç duymamayı ümit ederek, defalarca tekrar ettiği bir yalandan ibaretti.
Müze müdürü konuşmayı bitirdiğinde, saldırganı kendinden emin bir ifadeyle gülümsedi.
"Evet. Diğerleri de bana aynen bunları söylemişti."
Sauniére pes etmişti. Diğerleri?
Dev adam, "Diğerlerini de bulmuştum," diye alay etti. "Üçünü birden. Az önce
söylediklerini teyit ettiler."
Bu doğru olamazdı! Diğer üç sénéchaux'un kimliğiyle birlikte müze müdürünün gerçek
kimliği, sakladıkları eski sır kadar kutsaldı. Sauniére Kimdi, sénéchaux’larının katı kuralları takip ederek, kendi ölümlerinden önce aynı yalanı söylediklerini anlıyordu. Bu, protokolün bir parçasıydı.Saldırgan bir kez daha silahıyla nişan aldı. "Sen öldüğünde, geriye gerçeği bilen tek kişi ben kalacağım."
Gerçek. Müze müdürü bir anda, durumun gerçek dehşetini kavramıştı. Ben ölürsem,
gerçek sonsuza dek yok olacak. İçgüdüsel olarak, korunmak için sürünmeye çalıştı.
Silah patladığında, müze müdürü midesine giren merminin yakıcı ısısını hissetti. Yüzüstü düştü... acıya karşı mücadele veriyordu. Sauniére yavaşça döndü ve parmaklıkların arkasında,saldırganının bulunduğu yere doğru baktı.
Adam Kimdi Sauniére'in başına öldürücü bir nişan almıştı.
Sauniére gözlerini kapattı, düşüncelerinde korku ve pişmanlık fırtınaları kopuyordu.
Boş bir mermi kovanından gelen ses, koridorda yankılandı.
Müze müdürünün gözleri aniden açılmıştı.
Adam neredeyse şaşkın bir ifadeyle bakışlarını silahına indirdi. İkinci kez ateş etmeye yeltendi ama sonra Sauniére'in karnına bakıp sırıtarak, vazgeçti. "Buradaki işim bitti."
Müze müdürü başını eğdiğinde, beyaz pamuklu gömleğindeki kurşun deliğini gördü.
Göğüs kemiğinin birkaç santim altında, ince bir kan dairesiyle çevrelenmişti. Midem. Kurşun,kalbini insafsızca sıyırmıştı. Bir Cezayir Savaşı gazisi olduğundan, müze müdürü bu korkunç uzun ölüme daha önce tanık olmuştu. Mide asitleri göğüs boşluğuna sızıp, onu içten içe yavaşça zehirlerken on beş dakika can çekişecekti.
Adam, "Acı iyidir bayım," dedi.
Ardından gitti.
Artık yalnız kalan Jacques Sauniére, bakışlarını bir kez daha demir kapıya yöneltti.
Kapana kısılmıştı ve kapılar en azından yirmi dakika daha açılmayacaktı. Bu süreden sonra yanına varan kişi ancak ölüsünü bulabilirdi. Buna rağmen, artık duyduğu korku, ölmekten çok daha büyük bir korkuydu.
Sırrı birine aktarmalıyım.
Güçlükle doğrulurken, öldürülen diğer üç kardeşini hayal etti. Kendilerinden önceki nesli düşündü... göreve getirilecek kadar güvenilen bu insanları.
Kırılmayan bir bilgi zinciri vardı.
Artık, tüm tedbirlere... tüm şaşırtmacalara rağmen, Jacques Sauniére geriye kalan tek
halka ve saklanan en güçlü sırlardan birinin tek koruyucusuydu.
Titreyerek ayağa kalktı.
Bir yolunu bulmalıyım...
Büyük Galeri'de kısılıp kalmıştı ve yeryüzünde meşaleyi devredebileceği tek bir kişi
vardı. Sauniére zengin hapishanesinin duvarlarına göz gezdirdi. Dünyanın en ünlü
tablolarından oluşan koleksiyon, ona eski bir dost gibi gülümsüyordu.
Yüzünü acıyla buruşturarak, tüm gücünü topladı. Önündeki vahim görevin, geriye kalan
hayatının tüm saniyelerini alacağını biliyordu.
1
Robert Langdon yavaşça uyandı.
Karanlıkta bir telefon çalıyordu, tiz ve tanıdık gelmeyen bir zil sesiydi. Başucundaki lambaya doğru uzanıp açtı. Gözlerini kısarak etrafa baktığında, XVI. Louis tarzı mobilyalarla döşenmiş, duvarlarında el boyaması freskler ve maundan yapılmış devasa bir yatak bulunan,lüks bir Rönesans yatak odası gördü.
Hangi cehennemdeyim?
şifoniyerin üstünde duran koyu kırmızı bornozun üstünde, HOTEL RITZ PARİS etiketi
vardı.
Sis perdesi yavaşça kalkmaya başlamıştı.
Langdon ahizeyi kaldırdı. "Alo?"
Bir erkek sesi, "Bay Langdon?" dedi. "Umarım sizi uyandırmamışımdır."
Langdon sersemlemiş bir halde başucundaki saate baktı. 00.32'yi gösteriyordu. Yalnızca bir saattir uyuyordu ama kendini ölü gibi hissediyordu.
"Resepsiyondan arıyorum efendim. Rahatsız ettiğim için özür dilerim, fakat bir
ziyaretçiniz var. Acil olduğu konusunda ısrar ediyor."
Langdon hâlâ kendine gelememişti. Bir ziyaretçi mi? Bakışları, komodinin üstündeki
buruşuk el ilanına sabitlendi.
PARİS AMERİKAN ÜNİVERSİTESİ
iftiharla sunar

HARVARD ÜNİVERSİTESİ, DİNİ SİMGEBİLİM PROFESÖRÜ
ROBERT LANGDON ile BİR AKŞAM

Langdon inledi. Bu akşamki seminer Chartres Katedrali taşları arasına saklanmış bazı
pagan sembolleri ile ilgili bir dia gösterisi seyirciler arasındaki bazı muhafazakâr tipleri kızdırmış olmalıydı. Herhalde koyu dindar bir alim, biraz kavga etmek için onu kaldığı yere kadar takip etmişti.
Langdon, "Üzgünüm," dedi. "Ama çok yorgunum ve..."
Ses tonunu alçaltıp, fısıldayarak konuşan resepsiyon görevlisi, "Fakat efendim," diye ısrar etti. "Ziyaretçiniz önemli bir adam." '
Langdon biraz duraksadı. Dini tablolar ve simge bilim kültü hakkında yazdığı kitaplar onu sanat dünyasında istemese de ünlü biri haline getirmişti. Üstelik geçen yıl Vatikan'da karıştığı ve genişçe haber yapılan hadise, ününü yüzlerce kez artırmıştı. O günden beri kapısına dayanan kendini beğenmiş tarihçilerle, sanat meraklılarının arkası kesilmiyordu.Nezaketi elden bırakmamaya özen gösteren Langdon, "Rica etsem," dedi. "Bu kişinin ismini ve telefon numarasını alıp salı günü Paris'ten ayrılmadan önce kendisini arayacağımı söyleyebilir misiniz? Teşekkür ederim." Resepsiyon görevlisi itiraz edemeden telefonu kapattı. Artık yatakta oturan Langdon, kapağında IŞIKLAR ŞEHRİNDE BEBEKLER GİBİ UYUYUN. PARİS RITZ'DE UYKU, diyerek övünen Misafir ilişkileri Broşürü'ne kaşlarını çatarak baktı. Arkasını dönüp, odanın diğer ucundaki boy aynasına yorgun gözlerle baktı.
Karşısında ona bakan adam -saçları dağılmış ve bitkin- bir yabancıydı.
Tatile ihtiyacın var Robert.
Geçen yıl ondan çok şey götürmüştü ama aynaların bunu ispat etmesi hoşuna gitmiyordu.
Genelde sert bakan gözleri bu gece bulanık ve içine çökmüş görünüyordu. Kirli sakalı
çenesini ve gamzeli yanaklarını örtmüştü.Ş akaklarındaki griler artmaya, simsiyah saçlarının içlerine sokulmaya başlamıştı. Bayan meslektaşları, gri saçların bilim adamı görüntüsünü vurguladığı hususunda ısrar etseler de, Langdon durumu çok daha iyi anlıyordu.Boston Magazine beni böyle bir görseydi.Geçen ay Boston Magazine, Langdon'ı mahcup ederek onun ismini, en fazla merak uyandıran on kişi arasında yazmıştı... ne işe yaradığı anlaşılmaz bu onur onu, Harvard'lı meslektaşlarının attığı taşların hedefi haline getirmişti. Bu gece, evden dört bin beş yüz kilometre uzakta, bu paye onu kendi verdiği seminerde avlamak üzere yeniden yüzeye çıkmıştı. Paris Amerikan Üniversitesi'nin, Dauphine Salonu'ndaki ev sahibesi, "Bayanlar baylar..."
diye duyurmuştu. "Bu akşamki konuğumuzun tanıtılmaya ihtiyacı yok. Kendisi sayısız kitabın yazandır: Gizli Mezheplerin Sembolojileri, Illuminati Sanatı, ideogramların Kaybolan Dili ve Dini ikonoloji kitaplarının yazarı olduğunu söylediğimde abartmış sayılmam. Pek çoğunuz sınıflarda onun yazdığı kitapları okuyorsunuz."
Kalabalıktaki öğrenciler hararetle başlarını salladılar.
"Bu gece kendisini etkileyici özgeçmişini anlatarak tanıtmayı planlamıştım. Ama..."
Muzip bakışlarını sahnede oturan Langdon'a çevirmişti. "Dinleyicilerden biri az önce bana çok daha fazlasını verdi... ilginç bir tanıtıma ne dersiniz?"
Boston Magazine'in bir kopyasını elinde tutuyordu.
Langdon korkuyla irkilmişti. Bunu hangi cehennemden buldu?
Ev sahibesi budala makaleden seçtiği pasajları okudukça, Langdon sandalyesinde biraz
daha büzülüyordu. Otuz saniye sonra kalabalık sırıtmaya başlamıştı ve kadının susmaya niyeti
yoktu. "Ayrıca Bay Langdon'ın, geçen yıl Vatikan'daki kardinaller meclisinde aldığı
alışılmadık rol konusunda konuşmayı reddetmesi ona merak sayacında daha büyük puanlar
kazandırıyor." Ev sahibesi kalabalığı kışkırtıyordu. "Daha fazlasını duymak ister misiniz?"
Kalabalık alkışladı.
Kadın yeniden makaleye daldığında, Langdon adeta yalvarıyordu. Biri onu durdursun.
"Bazı genç onur konuklarımız gibi yakışıklı ve seksi olmasa da, kırklı yaşlarındaki bu akademisyende bilimsel çekicilikten daha fazlası var. Onun büyüleyiciliği, bayan
meslektaşlarının 'kulaklara çikolata' diye nitelendirdiği, alçak ve bariton sesinde yatıyor."
Salon kahkahaya boğulmuştu.
Langdon gülümsemek için kendini zorladı. Bundan sonra ne olacağını biliyordu "Harris tüviti giyen Harrison Ford" ile ilgili saçma sapan bir dize ve o akşam Harris tüvitiyle,balıkçı yaka Burberry'sini giymenin sakıncası olmayacağı sonucuna varmış olduğundan,müdahale etmeye karar vermişti.
Langdon zamansız bir anda ayağa kalkıp, onu podyumun kenarına iterken, "Teşekkür'ler
Monique," dedi. "Gerçekten de Boston Magazine'in uydurma hikâyeler yazmakta üstüne yok."
Utangaç bir tavırla içini çekerek dinleyicilere döndü. "O makaleyi kimin getirdiğini
öğrenebilirsem, konsolosluktan sınır dışı etmesini isteyeceğim."
Kalabalık gülmüştü.
"Pekâlâ, arkadaşlar hepinizin bildiği gibi, bu akşam sembollerin gücü hakkında konuşmak için buradayım..."
Langdon'ın otel odasında çalan telefonunun sesi, bir kez daha sessizliği bölmüştü.
Kulaklarına inanamayarak homurdandı ve telefonu açtı. "Evet?"
Tahmin ettiği gibi, arayan resepsiyon görevlisiydi. "Bay Langdon, tekrar özür dilerim.
Misafirinizin şu an odanıza doğru gelmekte olduğunu bildirmek için aradım. Sizi uyarmam gerektiğini düşündüm."
Langdon artık iyice ayılmıştı. "Odama birini mi gönderdin?"
"Özür dilerim efendim, ama böyle bir adam... onu durduracak yetkim yok."
"Bu adam tam olarak kim?"
Ama resepsiyon görevlisi telefonu kapatmıştı.
Hemen ardından Langdon'ın kapısında güçlü bir yumruk sesi duyuldu.
Ayak parmaklarının sabun köpüğü gibi yumuşak havluya gömüldüğünü hisseden Langdon
yataktan güçlükle kalktı. Otel bornozuna sarınıp, kapıya gitti. "Kim o?"
"Bay Langdon? Sizinle konuşmam gerekiyor." Adamın aksanlı bir ingilizcesi vardı. Sesi
tiz ve otoriterdi. "ismim Teğmen Jerome Collet. Adli Polis Merkezi'nden."
Langdon duraksadı. Adli polis mi? DCPJ, ABD'deki FBI'ın dengiydi.
Langdon zincirini çıkarmadan kapıyı birkaç santim araladı. Karşısında durmuş ona bakan yüz, ince ve temizdi. Son derece zayıf olan bu adam, resmi görünüşlü mavi bir üniforma giyiyordu.
Ajan, "içeri girebilir miyim?" diye sordu.
Yabancının feri sönmüş gözleri kendisine bakarken Langdon ne yapacağına karar
veremedi. "Ne hakkındaydı?"
"Yüzbaşım, özel bir meselede sizin uzmanlığınıza başvurmak istiyor."
" şimdi mi?" Langdon ağzından çıkacaklara hâkim oldu. "Saat gece yarısını geçti."
"Bu gece Louvre Müzesi müdürüyle randevunuz olduğu doğru mu?"
Langdon birden kaygılandı. O ve saygın Müze Müdürü Jacques Sauniére, Langdon’ın o
akşamki seminerinden sonra buluşmayı planlamışlar, ama Sauniére randevuya gelmemişti.
"Evet. Bunu nasıl bildiniz?"
"Randevu defterinde isminize rastladık."
"Umarım her şey yolundadır."
Ajan derin bir iç çekti ve kapının dar aralığından Polaroid fotoğrafı uzattı.
Langdon fotoğrafı görünce, tüm vücudu kaskatı kesildi.
Langdon tuhaf resme bakarken, ilk başta duyduğu tiksinme ve şok, yerini gittikçe
büyüyen bir öfkeye bırakıyordu. "Kim böyle bir şey yapmış olabilir?"
"Simgebilim konusundaki bilginiz ve onunla buluşma planınızı göz önünde bulundurarak,
bu soruyu yanıtlamamıza sizin yardımcı olacağınızı ümit ediyorduk."
Langdon resimden gözlerini ayırmıyordu. Duyduğu dehşete şimdi bir de korku eklenmişti.
Dehşet verici ve son derece garip fotoğraf, huzurunu bozan bir déjâ vu hissi veriyordu. Bir yıl
kadar önce Langdon'ın eline bir cesedin fotoğrafı geçmiş ve kendisinden benzeri bir yardım istenmişti. Yirmi dört saat sonra, Vatikan şehrinde neredeyse hayatını kaybediyordu. Bu fotoğraf tamamıyla farklıydı ama yine de senaryodaki bir şey rahatsızlık verecek derecede
tanıdık geliyordu.
Ajan saatine baktı. "Yüzbaşım bekliyor efendim."
Langdon, onu güçlükle duymuştu. Gözleri hâlâ resme dikilmiş duruyordu. "Buradaki
sembol ve vücudunun o kadar tuhaf..."
Ajan, "Duruşu mu?" diye sordu.
Langdon başını salladı. Kafasını kaldırırken ürperdiğini hissetti. "Bunu yapacak kişiyi hayal edemiyorum."
Ajan serinkanlı görünüyordu. "Anlamıyorsunuz Bay Langdon. Bu fotoğrafta
gördüklerinizi..." Duraksadı. "Bay Sauniére kendi yaptı."

Hiç yorum yok: