DivShare

3 Şubat 2009 Salı

TÜRKLER VE MU UYGARLIĞI


Batık Uygarlıkları incelediğimizde; bildiğimiz ya da bize şimdiye kadar ders kitaplarında anlatılan resmi tarihin birçok eksiklikleri hatta yanlışları olduğunu görebiliyoruz. Batık kıta Mu’nun keşfedilmesiyle birlikte insanlığın ve dünyamızın tarihimine daha farklı bir gözle bakmak zorunda kalıyoruz. Geçmişimizin ya da dünyamız üzerinde yaşamış olan uygarlıkların, bilinenden çok daha eski olduğunu ve bu uygarlıkların; gelişmişlik düzeyi, kullandığı eşyalar v.s. gibi birtakım arkeolojik bulgulardan çok daha önemli “ezoterik” bilgilere sahip olduğunu görebilmekteyiz. Bu sebeple, Mu Uygarlığının günümüzdeki tarih anlayışından daha derin bir anlayışla ele alınması gerekmektedir.
Üzerinde yaşadığımız Anadolu toprakları birçok uygarlığın beşiği olmuştur. Ayrıca Anadolu’nun güneydoğusundaki Mezopotamya bölgesinde kurulan Sumer, Babil, Asur gibi önemli uygarlıklarla da sürekli bir etkileşim içinde bulunmuştur. Ancak bilinen tarihin biraz daha derinlerine inip baktığımızda (özellikle Anadolu’da) bugüne kadar pek dikkate alınmamış Batık Uygarlıklarla Anadolu arasındaki bağlantı oldukça dikkate değerdir.
Ezoterik bilgilerimize göre Doğu ve Batı uygarlıklarının iki ana kaynağı vardır. Bunlardan biri “Atlantis” diğeri de büyük Anavatan “Mu Uygarlığı”dır. Batık Mu Uygarlığı konusunda elde mevcut belgeler o kadar birikmiştir ki, bu belgelere dayanarak dünya beşer tarihinin geçmişi yeniden yazılsa, kuşkusuz pek çok şey değişecektir.


Bu büyük kıtanın varlığını kanıtlayan belgelere genel olarak baktığımızda şunlara rastlarız: Hindistan, Çin, Burma, Tibet ve Kamboçya’da bulunan çeşitli yazılar, kitaplar; Naakal tabletleri, kitabeler ve efsaneler; Yukatan ve Orta Amerika’da bulunan eski Maya yazıtları, tabletler, semboller ve efsaneler; Pasifik adalarında özellikle Tahiti, Samoa, Tonga, Cook gibi adalarda bulunan arkeolojik kalıntılar; Meksika ve Meksiko City yakınlarında bulunan taş tabletler; Kuzey Amerika’da bulunan ilkel Amerikalıların yazıları ve kitabeleri; eski Yunan filozoflarının kitapları. Bu belgelerden en önemlileri arkeologların da bilimsel belge olarak gördükleri pişmiş topraktan yapılmış tabletlerdir. Bu tabletlerdeki bilgilere göre; Mu Uygarlığı, Pasifik Okyanusunda varolan on binlerce yıl önce yeşermiş ve yaklaşık 12.000 yıl önce çeşitli depremler ve volkan patlamalarıyla birlikte sulara gömülmüş olan bir uygarlıktır. Atlantis kıtasıyla Mu kıtası hemen hemen aynı dönemde batmış olmasına rağmen Atlantis daha çok tanınır. Oysa bugünkü bilimsel bulguların ışığında, Mu kıtasının Atlantis’ten çok daha yaşlı bir kıta olduğunu, üzerinde yüz binlerce yıl pek çok kültürün oluştuğunu, bu kültürlerin Anakıtadan Atlantis ve diğer bölgelere yayıldığını ve Dünya tarihinde en az Atlantis kültürü kadar önemli bir yeri olduğunu öğrenmiş bulunmaktayız. J.W; Mu uygarlığının eldeki mevcut belgeler incelendiğinde 50.000 yıldan daha önce başladığını söylemektedir. Ve bu tarihi jeolojik araştırmalar da doğrulamaktadır.
MU konusuyla Atatürk de ilgilenmiş, o dönemde birçok tarihçimizi bu konuda araştırmalar yapmak için görevlendirmiş ve New York’tan getirttiği Churchward’ın eserlerini bölümlere ayırtarak resmi ve özel kurumların 60 kadar çevirmenine kısa sürede tercüme ettirmişti. Atatürk bu çeviriler üzerinde önemle durup pek çok notlar alarak bu konudaki çalışmalarını sürdürdü. Ayrıca o dönemdeki tarihçilerimizden Tahsin Mayatepek’in Mu Uygarlığı ile ilgili Meksika’da yapmış olduğu araştırmalarının raporlarını da incelemiş ve koudan çok etkilenmişti. Atatürk, özellikle insanın yaratılışı, Mu’nun insanlığın anayurdu olduğu, ilk insanın orada yaratıldığı, Mu’nun batış nedenleri, göçleri, kolonileri; Orta Asya, Uygurlar ve Anadolu ile ilgili kısımların altlarını çizerek okumuş ve notlar almıştır. Bu şekilde Atatürk Türklerin kökenini araştırmaya yönelik daha pek çok çalışmalar yapmış, Türklerin Maya ve İnkalarla olan benzerliklerini bulmuştur. Atatürk’ün o dönemde dilimize çevirttiği J.Churchward’ın kitapları bugün Anıtkabir’de Atatürk’ün kitaplarının bulunduğu bölümdedir. (J. Churchward’ın elli yıllık araştırmalarını içeren MU uygarlığı ile ilgili dizi kitaplar Ege Meta Yayınları tarafından yayınlanmıştır. İlk çıkan kitap “Batık Kıta Mu’nun Çocukları” dır. İzmir,1999)



MU UYGARLIĞININ KEŞFİ
Mu Uygarlığını tanımamızı sağlayan ilk araştırmacı, İngiliz Albay James Churchward’dır. J.Churchward Mu ile ilgili ilk araştırmalarına Hindistan’da bulunduğu sırada başlamış ve elli yılı aşkın bir zaman içerisinde tüm dünyayı dolaşarak Mu ile ilgili pek çok belge elde etmiştir. Aslında pek çok kutsal kitapta ve pek çok kültürün mitolojisinde Pasifik Okyanusu’nda bir kıtanın yer aldığına, bu kıtanın üzerinde on binlerce yıl hüküm süren ileri bir uygarlığın yeşermiş olduğuna ve bu uygarlığın yozlaşarak yok olduğuna dair atıflar yer almaktaydı. Örn; Hintlilerin”Ramayana Destanı” nda, Maya Kutsal metinlerinde ve Mısır’ın Ölüler Kitabı’nda kısmen ya da açıkça Mu Uygarlığından söz edilmektedir. Fakat Mu Uygarlığını dini ve mitolojik kimliğinden sıyırıp, konuyu bilimsel bir temele oturtan ilk kişi J.Churchward’dır.
Hindistan’da görevli bulunduğu sırada bir tapınağa konuk olan J.Churchward Batık Mu Uygarlığı hakkında ilk bilgilerini bu tapınaktaki arşivlerden edinir. Naga-Maya dili denilen, çeşitli şekillerden, sembollerden oluşan çok eski ve ölü bir dilde yazılmış olan bu tabletler Mu kutsal metinlerinden kopya edilmiştir. Naga-Maya dili Hindistan’daki arkaik sanskritçe olarak bilinen en ilkel Hint dilinden daha eskidir. J.Churchward Naga-Maya dilini bilen başrahipten bu ölü dili 2 yıllık bir çalışma sonunda öğrenir. Ve rahibin de yardımıyla bu tabletlerde yazılanları çözer. Burada yazılanlara göre, bu yazılar 15.000 yıl önce yazılmış olup Hindistan’a Mu’nun bilim rahipleri dedikleri “Naakaller” tarafından getirilmiş tabletlerdir. J.Churchward bundan sonra Güney Pasifik adalarına, Orta Asya’ya, Mısır’a, Sibirya’ya, Birmanya’ya, Avustralya’ya, Orta Amerika gibi daha birçok yerlere giderek Mu’nun varlığına ilişkin pek çok kanıt elde eder.
J.Churchward’dan başka Amerikalı bir Jeolog-arkeolog olan William Niven da 1921-1923 yılları arasında yaptığı Meksika kazıları sırasında bulduğu 2600’ü aşkın tabletlerde Mu Uygarlığı’nın varlığına ilişkin geçerli kanıtlar elde etmiştir. Tabletleri inceleyen Carneige Enstitüsü uzmanları bunların gerçek tabletler olduğunu ve şimdiye dek bilinen hiçbir uygarlığa ait olmadıklarını açıklamıştır. Niven’in araştırmalarını duyan Churchward Meksika’ya gelerek bu tabletleri inceler ve bunların Hindistan’da gördüğü tabletlerdeki Naga-Maya diline çok benzeyen bir dilde yazılmış olduğunu görür. Bu tabletler bugün Meksika Müzesi’nde bulunmaktadır ve 12.000 yıl önce yazıldığı düşünülmektedir.
Niven ve Churchward’ın bulduğu tabletler dışında Mu’ya ilişkin diğer bilimsel belgeler ise şunlardır:
-Yukatan’da hazırlanmış eski bir Maya kitabı olan “Troano El Yazması”. Bugün British Museum’da bulunmaktadır.
-Troano El Yazmasıyla aynı yaşta olan bir başka Maya kitabı “Cortesianus Kodeksi” ‘dir. Bugün Madrid Ulusal Müze’de bulunmaktadır.
- Paul Schlieman tarafından Tibet’te bir Budist tapınağında bulunan “Lhasan Belgesi”
-Yukatan’da Mu kıtası anısına inşa edilmiş Uxmal Tapınağı’ndaki Yazıtlar yaklaşık 12.000 yıl lıktır. Bu tapınakta “Geldiğimiz yer olan Batı ülkelerinin anısını korumak için inşa edilmiştir” diye kabartma yazılar bulunmaktadır.
-Meksiko şehrinin 60 mil güneybatısında yer alan “Xochicalo Piramiti Yazıtları”. Bu piramit üzerindeki kabartma yazılara göre “Batı ülkelerinin yıkımının anısına” inşa edilmiştir.
-Dr. Niven’in Alaska’da bulduğu Mu kıtası sembolleriyle işlenmiş bir totempol.
-Platon’un “Timeus ve Critias” adlı eserinde batık kıtaya dair şu sözler geçer: “Mu ülkesinde 10 halk vardı.”
Tüm bu belgelere dayanarak, özellikle Churchward’ın bulduğu tabletlerdeki yazılar ayrıntılı olarak “Dünya ve insanın yaratılışını ve insanın ilk zuhur ettiği yerin Mu olduğunu” ifade ediyorlardı. Bu tabletlerdeki yaratılış öyküsü kutsal kitaplardaki yaratılış öyküsüne çok benzer bir şekilde anlatılmıştı. Ayrıca; kayıp kıtanın Pasifik Okyanusunda, Amerika ve Asya kıtaları arasında bulunduğunu, Kuzey Hawaii’den Fiji ve Paskalya adalarına kadar uzandığını, doğusu ile batısı arasında 9.500 km, kuzeyi ile güneyi arasında yaklaşık 4.500 km’lik bir mesafe olduğunu anlatıyordu. Kıta deniz ve boğazlarla birbirinden ayrılan 3 ana kara parçasından oluşuyordu. Pasifik Okyanusu’na tek tek ya da gruplar halinde dağılmış kayalık adaların tümü, bir zamanlar Mu kıtasının birer parçasıydılar. Bu kıta üzerinde yaşayanlar yeryüzünü kolonize etmişlerdi. Mu kıtası bundan 12.000 yıl önce korkunç yer sarsıntılarından sonra, su ve ateş girdapları içinde kaybolup sulara karışmıştı ve beraberinde 83.000 yıllık bir uygarlığı da götürmüştü.


MU UYGARLIĞI VE ANADOLU
MU Uygarlığının, yukarıda incelemiş olduğumuz kolonileşme hareketlerinde her iki ana kolonileşme hattının (Doğu ve Batı) üzerinde yaşamakta olduğumuz Anadolu toprakları için önemli bir yeri olduğunu görmekteyiz. MU halkının bir kısmının Doğu koloni hattıyla Anadoluya gelip ilk atalarımızı oluşturduklarını, Batı koloni hattını incelediğimizde ise MU kıtasının en önemli kolonilerinden birinin büyük Türk devletlerinden biri olan UYGURLAR’ın ataları olduğunu görmekteyiz. Ayrıca tarih boyunca Anadoluyla etkileşim içinde olan Mezopotamya bölgesindeki Uygarlıkların atalarını da MU’dan göç edenlerin oluşturduklarını biliyoruz.
Anadolu halkının en eskisinden en yenisine, yani en son göç olan Oğuzların göçüne kadar bütün beslenme kaynağı Moğolistan’dır. Ve Moğolistan bölgesini de MU’dan göç eden Batı kolonilerinin bir kolu oluşturmuştur. Atlantislilerin göçü nasıl Mısır’ı meydana getirmişse, orayı kendileri için büyük bir göç yeri ve temel bir vatan yapmışlarsa, MU Uygarlığı’nın insanları da Uygurları temel olarak seçmişlerdir. Dolayısıyla iyilik ve güzellikle, felsefeyle ilgili bütün bilgileri oraya nakletmişlerdir. Uygurların kaynağı bugünkü Moğolistan ve Gobi Çölü’nün dağ yamaçlarına yakın olan bölgelerdir.
Sayın Ergün Arıkdal’ın da belirttiği gibi; “Uygurların inanç, bilim, sosyolojik yaşam, insan ve doğa arasındaki denge, insan ve kozmos arasındaki yapılar bakımından getirip bıraktıkları esaslar çok doğrudur. Büyük Uygur göçüyle birlikte MU bilgeliği ve Atlantis teknolojisiyle yetişmiş olan büyük insanlık güçleri de, zekası ve zihni de göç etti. Onların içinde karışmış birçok varlıkta tohum halinde kapasite mevcuttur. Bu kalıtımın artık ne Atlantis’te ne de MU’da olmayışı, bunların sadece bir kısmının Mısır taraflarında, bir kısmının da Uygurlarda kalışı çok önemlidir. Bu insanların en çok taşıdıkları özellik, duyular dışı algılamayla ilgili kodlardır. Bunlar mükemmel bir şekilde hiçbir bozulmaya ve eksilmeye yer bırakılmadan o varlıklar tarafından göçlerle bu ülkeye, Anadoluya yeniden getirilmiştir. Kaybolmuş o yetenekler o insanlar tarafından tekrar yayılmıştır. Bu nedenle Anadolu insanının hepsi ister istemez sürekli bir şekilde üst planlarla irtibat halinde yaşar. Bizim iç yüzümüz sürekli bir şekilde ruhsal dünyaya dönüktür. Çünkü doğamızda, taşıdığımız DNA’larda bu tarafımız gelişmiştir. Bunlar, bize anavatanımız MU’dan, Uygur akımından intikal eden bir vazife mirasıdır. Anadolu insanının vazifesi, MU’da ve Atlantis’te olan, kendisinden sonraki büyük insanlık kitlesinin üzerine bırakacağı bilgi intikalini sağlamaktır.
MU Uygarlığının bize naklettiği en büyük bilgilerden biri, tek olan ve kendi kendisiyle sınırlanmış olan bir Mutlak’ın, bir Yaradan’ın ve bir yaratılışın olduğudur. Bu DNA’ya sahip olan varlıkların birinci temel ilkesi budur. Ve en büyük vazifeleri de bu ilkeyi yeniden yaratmak ve sahip olabilmek, bunu şuurlu bir şekilde yaşamanın yollarını sağlamaktır. Birçok bilgilerin uzaylılar tarafından insanlara verilmiş olması gerekmez. Bizim elimizdeki birçok bilgiler dedelerimizin dedesinin, belki bin kuşak ötedeki enkarne olmuş ruhsal varlıkların bıraktığı mirastır.”
Kaynaklar:
-Batık Kıta Mu Uygarlığı, Santesson, H. Stephan (Ruh ve Madde Yayınları)
- Batık Kıta Mu’nun Çocukları, Churchward, James (Ege Meta Yayınları)
-Ruh ve Madde Dergisi, Kasım, 1998
-Kayıp Kıta Mu, J. Churchward (Ege Meta Yay.)

Çin'de sır gibi saklanan beyaz piramit atalarımızın uygarlık düzeyini ve kayıp kıta Mu ile bağlantılı olup olmadığı konusunda pek çok sırrı içinde barındırmaktadır.


Mu kıtasından çıkan, kıtaya göre batıya giden bir göç yolu Uygur İmparatorluğunu ortaya çıkarmıştır. İmparatorluk Asya ile Avrupa nın çok büyük bir bölümünü kapsamakta idi ve Mu’nun en büyük kolonisi idi. Uygur imparatorluğunun sınırları zaman içerisinde Avrupa üzerinden Atlantik kıyılarına kadar ulaştı. İÖ.1000’li yıllardaki Çin belgeleri Uygur’ların 17.000 yıl önce uygarlıklarının zirvesinde olduğunu söyler.
İkinci göç yolu kıta ya göre doğuya giden, Meksika’nın güneydoğusundan Atlantis kıtasına geçen yoldur. Atlantis-Uygur’la birlikte ikincil, ilk anakaradır. Mu’dan çıkan doğu koloni yolları Atlantis’ten sonra Atlantik Okyanusu’nu geçerek Akdeniz’e ulaşmış ve burada bugünkü Fas, Tunus, Cezayir, Yunanistan ve Mısır’a kollar vererek Anadolu’ya ulaşmıştır. Mu kıtası günümüzden yaklaşık 12.000 yıl önce yaşanan depremler ve volkanik patlamalarla suların derinliklerine gömülmüş, yok olmuştur. Churcward’ün derlemiş olduğu haritalar incelendiğinde çağlar boyu medeniyetlerin beşiği olan Anadolu’nun hem Uygur İmparatorluğu
hem de Atlantis üzerinden gelen göç yollarının adeta bir harman yeri olduğunu görüyoruz. Bu da aslında Anadolu, Sümer, Babil, Asur, Grek uygarlık etkileşimlerinden çok daha önceleri tarihin derinliklerinde Mu, Uygur, Atlantis, Anadolu uygarlık etkileşimleri olduğu gerçeğini ortaya çıkarmaktadır. Bu gerçeği teyit eden bir başka buluş ise Prof. Ralph Solecki nin 1957 yılında ortaya çıkardığı buluntulardır. Solecki Toros dağlarından başlayan, Ağrı Dağı’na doğru devam eden buradan güneydoğuya Zagros Dağları’na (Irak, İran sınırı) inen, buradan da güneybatıya Suriye, Lübnan’a doğru bir kavis çizen dağlık arazilerde (Solecki buna uygarlık kavisi demektedir) Şanidar mağarasında 44.000 yıl öncesine ait 9 iskeletle birlikte, modern insana ait kanıtlar bulmuştur. Solecki’nin ifadesine göre bu kaviste günümüzden 13.000 - 100.000 yıl öncesine ait daha çok sayıda mağara gün ışığına çıkarılmayı beklemektedir. Onbinlerce yıldan beri bir çok medeniyete ev sahipliği yapmış ANTAKYA’nın geçmişinin genelde ve haklı olarak İÖ.333 yılında Pers hükümdarı Darius’u İssos savaşında mağlup eden İskender’in bu toprakları tanıması ile başladığı zannedilir. Bu daha önceki bin, on bin yıllara ait araştırmaların, buluntuların araştırmayı yapanların çalışmalarını ve neticelerini yeterince tanıtamamalarından veya bütün bunların dar bir çerçevede, çevrede kalmasından kaynaklanmaktadır. Bunun ötesinde yapılan bu çalışmalara, araştırmalara verilen lokal ve genel destekler, olayların ciddiye alınıp algılanması da moralite yönünden araştırmacıların cesaretlenmesinde ve genel paylaşımlarında pozitif bir rol oynayacaktır.

Antakya’nın çok eski geçmişi ile ilgili ilk araştırma AMIK KAZILARI PROJELERİ kapsamında, Tell Tayinat, Tell Al-Judaidah, Chatal Höyük gibi uluslar arası arkeolojik tanımlamalar çerçevesinde “Oriental Institute’s Syrian Expedition” tarafından 1932-1938 tarihleri arasında yapılmıştır. İkinci araştırma Sir.Leonard Charles Woolley tarafından önce 1937-1939 sonra 1946-1949 yılları arasında Tell Atchana’da yapılmıştır. Woolley ve daha önce bu araştırmalara ve kazılara konu olan çağlar İÖ.1400-1800, günümüzden yaklaşık 3400 - 3800 yıllar arasındaki dönemleri kapsamaktadır. Woolley bu çalışmalarından önce 1907-1911 yılları arasında Mısır’ın güneyinde ve Sudan’ın kuzeyinde araştırmalar, kazılar yapmıştır. Woolley bu araştırmasından sonra 1922 yılında British Museum, University of Pensilvanya ortak çalışma grubunun genel yöneticisi olarak Ur’daki (modern Irak) bir araştırmaya da başkanlık etmiştir. Buradaki araştırma konusu günümüzden 6000-2400 yıl öncesinin bulgularının tespit edilmeye çalışılmasıdır. Bu iki araştırmadan sonra bir bağlantı olarak günümüzden yaklaşık 3400-3800 yıl önceyi gün ışığına çıkaran Tell Atchana çalışmaları (yeni ANTAKYA HİKAYESİ) o dönem için bir tesadüf mü acaba? Bir de bunun Mısır, Irak yaklaşımlarını düşünürsek?...

Yıl 1930’dan 2 kısa zaman sonra 1932’de (Türk Tarih Kurumu’nun Atatürk tarafından kurulması 1930) gelişen araştırmalar çerçevesinde; İlkel Diller Uzmanı, değerli bilim adamı, emekli general Tahsin MAYATEPEK derinleşen fikri sohbetlerinin birinde ATATÜRK’e Maya dili ile Türk dili arasındaki benzeşmelerden bahseder. (Türkçe de “tepe” sözcüğünün karşılığı Maya dilinde “tepek”tir.) Mayatepek buna benzer kelime ve deyim benzerliklerinin 100’den fazla olduğundan söz eder. Bu fikri diyalogtan etkilenen ATATÜRK konuyu daha fazla araştırması için o yıllarda Tahsin Mayatepek’i Meksika’ya elçi olarak tayin eder. Meksika daki araştırmalarında Türk ve Maya dillerinin benzerlikleri konusunda çalışmalar yaparken William Niven’le tanışan Tahsin bey, hem Niven’in tabletlerini inceleme fırsatını elde eder, hem de Churhward’ın 50 senedir üzerinde çalışıp bitirdiği MU medeniyeti ile ilgili eserin varlığını öğrenir. Bu gelişmelerin düzenli olarak ATATÜRK’E aktarılması sonucu, Churcward kitabının ilk nüshası getirtilir ve yaklaşık 40-50 kişilik bilim adamından oluşturulan grup tarafından incelenir. ATATÜRK Türk dili ve sembolleri ile Niven’in bulduğu Naacal tabletleri, Maya dili ve sembolleri ve Churcward kitapları üzerinde yapılan çalışmalara bizzat nezaret eder. Kendi kayıtlarını tutar. 1960 lı yılların sonlarına kadar Türk Dil Kurumun da saklanan bu kitaplar daha sonra ANITKABİR arşivine devredilmiştir. Bu gün orijinal baskıları ve Türkçe tercümeleri ATATÜRK’ÜN tuttuğu notlarla birlikte ANITKABİR’de saklanmaktadır.
"Efendiler,
Bu insanlık dünyasında en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan büyük bir Türk milleti vardır ve bu milletin yeryüzündeki genişliği oranında tarih alanında da bir derinliği vardır. Türk milletinin kökünün dayandığı Türk adındaki insan, insanlığın ikinci babası Nuh Aleyhisselamın oğlu Yasef'in oğlu olan kişidir." Yeni Aktüel/2-8 ağustos/2005



Atatürk 1922'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 130. toplantısının birinci oturumunda yaptığı konuşmada Türklerin kökeni hakkında böyle diyordu. Tesadüfi bir konuşma değildi ve onun Türklerin kökenine ilgisinin devamı da gelecekti...



Atatürk'ün cumhuriyetin ilk yıllarında bu alanda başlattığı araştırmalar, özellikle 1930'ların başında yoğunlaştı. 1930'da Tarih Heyeti'ni oluşturarak Türk Tarihinin Ana Hatları adlı kitabı hazırlattı. 1931'de ise Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti'nin kuruluşuna ön ayak oldu ve adı daha sonra Türk Tarih Kurumu olarak değiştirilen cemiyetin çalışma alanını Türk ve Türkiye tarihi olarak belirledi. Kurumun bir yıl sonra gerçekleştirilen ilk genel kurulunda Türk Tarih Tezi kabul edildi.Tez iki ana eksen üzerine oturuyordu; "Türk uygarlığı tarihin en eski uygarlıklarından biridir ve bu uygarlığın kökeni Orta Asya'dır. "



Bu çalışmaların bir ayağının eksik olduğunu düşünen Atatürk, Türk Dil Kurumu'nu da kurdurarak, ulusçuluğun ana öğelerinden olan dil konusunda da derin bir çalışma başlattı. Onun Türk Tarih Kurumu'nun ikinci Dil Kurultayı'nda yaptığı konuşmada yer alan "Güneş" yaklaşımı, sonradan tanışacağı Mu Efsanesinin Güneş kültü ve kendi tezi Güneş Dil Teorisi'yle doğrudan ilintiliydi.


Tarih çalışmaları, Türk tarihinin ana kaynaklarını araştırmak, arkeoloji yoluyla yeni bilgiler sağlamak, tarihte ve bugün ırk karakterlerini antropolojik yöntemlerle saptamak gibi noktalar üzerinde şekilleniyordu.



Tarih ve Dil kurumlarının varlık nedeni de bu temellere yaslanıyordu. Atatürk, uzmanların yabancı meslektaşlarına ihtiyaç duymadan arkeolojik kazılardan çıkacak yazıları inceleyebilmesi ve bu yoldan elde edilecek bilgilerle eski uygarlıkların gerçeğine ulaşmak amacıyla eski dillerin öğrenilmesi için de Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'ni kurdurdu.



Orta Asya Uygarlıklarının Kökeni



Türk Tarih Tezi'nde Türklerin kökeninin Orta Asya olduğu resmen dile getiriliyordu. Ama Orta Asya uygarlıklarının kökü neredeydi? Mustafa Kemal bu sorunun yanıtı olabilecek anahtara 1932'de ulaştı. İlkel diller uzmanı ve tarihçi-diplomat Tahsin Mayatepek'in sunduğu ön raporda Güney Amerika uygarlıklarından Maya uygarlığının dil ve kültürleriyle Anadolu ve Orta Asya kültürleri arasındaki benzerliğe dikkat çekiliyordu.


Mayatepek, bu süreci inceleyip Atatürk’e raporlar halinde iletmesi için 1935’de Meksika’ya maslahatgüzar atandı. Çok geçmeden de arkeolog William Niven’in Meksika’da yaptığı kazılarda bulduğu yaklaşık 15 bin yıl öncesine ait tabletlerin deşifrelerinden ve ardından James Churcward’ın Hindistan’da bulduğu benzer tabletlerin çevrilerinden Atatürk’ü haberdar etti. O da söz konusu yazarların kitaplarının çevrilmesini emretti. Sağlığı yerinde değildi ama, 1937 yılının önemli bir bölümünü geniş bir kurulca gerçekleştirilen bu çeviriler, üzerlerinde notlar alarak incelemekle geçirdi.


(Bu resimler Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlarının Cumhuriyetin 60. yılına armağan için hazırladığı” ATATÜRK’ÜN OKUDUĞU KİTAPLAR/Özel işaretleri, uyarıları ve düştüğü notlar” adlı kitaptan alındı. Kaybolmuş Mu kıtası adlı bölümün 376-395 nolu sayfaları arasında Atatürk’ün okuduğu, altını çizdiği ve yanına notlar aldığı bölümleri incelemek mümkün. Kütüphane ya da İş Bankası Kültür Yayınlarına başvurulabilir)



Atatürk’ün özellikle altını çizip notlar aldığı bölümler insanlığın yaratılışı, 64 milyon nüfuslu bir kıtanın batışı, kıtadan göçler ve özellikle de Orta Asya, Uygurlar ve Türklerle ilgiliydi.


Mayatepek başlangıçta bu temelden yola çıkıp raporlarında Amerika ve Meksika yerlilerinin dillerindeki Türkçe sözcükleri incelemiş ve yerlilerin kültürel kaynakları ve güneş kültünün dinlerindeki etkilerine yoğunlaşmıştı.


Ancak 29 şubat 1936 tarihli 7. raporu çarpıcı bir biçimde başlıyor ve şaşırtıcı bilgilerle devam ediyordu.
“Uygur, Akad, Sümer Türkleri’nin Pasifik Denizi’nde ilk insanların zuhur ettiği Mu’daki büyük medeniyet, dil ve dinlerini cihana yaydıklarına dair yepyeni ve mühim malumatı ihtiva eden rapor: Kuzey Amerika alimlerinden Cononel James Churcward 4 Kıta eserinde dünyada ilk insanların ilk zuhur ve saadet diyarı olarak Tevrat’ta ‘Gan Edn' ve Kuran’da “Cenneti Adn" namı altında zikri geçen ve Pasifik deniz’inde bulunan ‘Mu’ kıtasında ortaya çıktığı ve bu büyük kıtanın 11 bin 500 sene evvel müthiş depremler ve patlamalar neticesinde 24 saatte 64 milyon nüfusuyla denize battığı ve ilk yüksek medeniyetin, dilin ve vahdaniyete dayalı dinin ve fen ilimlerinin Mu kıtasından 70 bin sene önce Maya namıyla çıkarak Asya’da Uygur, Hindistan Naga-Maya, Fırat nehri deltasında Akad, Mezopotamya da Sümer, Kızıldeniz’in batısındaki arazisindeki Mayu ve Etiyopi kıtasında Tamil namlarını almış olan Mu çocukları tarafından bütün cihana yayılmış olduğu vesaire hakkında, şimdiye kadar Doğu’da ve Batı’da yayımlanan kitapların hiçbirinde görmediğim çok derin ve 50 sene süren incelemeler mahsulü malumata tesadüf ettim.”



Mayatepek Churcward’ın kitabından şunları naklediyordu: “Eski Türklerin ilk vatan ve kökenleri şimdiye kadar bildiğimiz üzere Orta Asya olmayıp, Pasifik Denizi’nde 200 bin sene mevcudiyetten sonra batmış olan Mu kıtası olduğu ve Orta Asya’ya, Mezopotamya’ya, Yukarı ve Aşağı Mısır kıtasına ve Etiyopi’ye Mu kıtasından binlerce sene evvel gelip Mu’daki yüksek kültür ve medeniyetlerini, dil ve dinlerini yaydıkları anlaşılıyor.”



Raporda Mu’ya ait bazı sembolleri açıklayarak dünyanın dört bir yanına dağılan uygarlıkları da anlatıyordu:


“1.Kol: Bu kolu Mu’dan ‘Maya’ namıyla çıkarak Asya’nın doğu kıyılarına ayak bastıktan sonra ‘Uygur’ namı alan Mu çocukları teşkil etmektedir.


2.Kol: Bu kolu teşkil eden Mu çocukları gemilerle ve ‘Maya’ namıyla çıkarak Hindi Çini kıyılarına çıkmışlar ve oradan ‘Burma’ kıtası istikametinden Hindistan’a girerek oralarda, ‘Naga Maya’ namını alıp, bu namda büyük bir imparatorluk vücuda getirmişlerdir ve bu devlet 200 bin sene devam ettikten sonra yok olmuştur. Bu insanların bir kısmı Hindistan'ın batısından gemilerle Basra Körfezi’nin kuzeyinde Fırat Nehri deltasına girerek, bu yerlere ‘Akad’ ve daha kuzeye ilerleyerek bu havaliye de ‘Sümer’ adını vermişler ve kendileri de bu namı almışlardır.”



Churcward’ın yapıtı kaynak gösterilerek nakledilen bilgiler arasında şu satırlar da yer alıyordu: ”Uygur İmparatorluğu ortadan kalkmadan önce Türk İmparatorluğu’nun mevcut olmadığı ve bu imparatorluğun, Uygur İmparatorluğu’nun yukarıda izah olunan felaketler neticesinde son bulmasından sonra, 10-11 bin sene evvel ortaya çıktığı ve ırktaşlarımız olan Akadlar’la Sümerler’in Orta Asya’dan değil, doğrudan doğruya 70 bin sene evvel Mu kıtasından çıkıp Hindi Çini, Burma, Hindistan yolu ile evvela Fırat deltasına ve müteakiben Mezopotomya arazisine yerleştikleri anlaşılmaktadır.”

Hiç yorum yok: